“Rüya ile kâbus arasındaki sınırda”


İlk albümü “Ballads of Living and Dying”in üzerinden 20 yıl geçti ama ABD’li müzisyen Marissa Nadler hâlâ aynı kadifemsi melankoliyle söylüyor şarkılarını. Zamana meydan okuyan sesi, resim eğitiminin getirdiği görsel duyarlılıkla birleşerek her albümünde yeni bir dünya kuruyor. The New Yorker’ın yazdığı gibi, “Nadler’ın hayaletsi şarkılarının tadını çıkarmak, gizem ve ihtişamla dolu karanlık bir dünyaya adım atmaktır…” AllMusic’in, “Trajediyi kendinden uzak tutmayı reddeden destansı, dokunaklı şarkılarını” övdüğü müzisyenin, yeni albümü “New Radiations”, bugüne dek yaptığı en içe dönük ve kişisel işlerinden biri. Nadler, “Bir tür yeniden uyanış” diye tanımlıyor bu süreci. Ev stüdyosunda kaydettiği albüm hem kaybın hem kabullenişin yankılarını taşıyor; batı rüzgârlarıyla örülmüş, karanlık ama umutlu bir atmosfer yaratıyor. Nadler ile, Pablo Neruda’ya olan sevgisinden zaman kavramına, Joni Mitchell etkisinden “mükemmel şarkı” arayışına kadar uzanan bir söyleşi yaptık. 15 Kasım’da, Mix Festival’de sahne alacak Nadler konseri öncesi, yeni albümün sesini biraz açıp Zorlu PSM rotasına öyle düşmenizi salık veririm! (Röportajdaki fotoğraflar: Ebru Yıldız.)

“Geçmişin yasını tutmakla ilgili”
Pablo Neruda’yı çok sevdiğinizi biliyorum, hatta “Ballads of Living and Dying” albümünüzün ikinci şarkısı “Hay Tantos Muertos”, Neruda’ya saygı/selam minvalinde! O sebeple de sorumu, Neruda’nın “There’s No Forgetting” şiirinden yöneltmek isterim: “Bunca zamandır nerede olduğumu soracak olursan ‘oldu bir şeyler’ demeliyim / Oturmalıyım bir taşa / Kararan dünyada / Kendini yemiş bitirmiş bir nehirde… / Neden karanlık gece çalkalanıyor ağzımda? / Ve ölüm neden?” Üstadın tarifinden yola çıkarsak sizin kişisel yaşamınız ve müzik rotanızın kadrajından 2025 yılı “Z raporu”ndan nasıl bir fotoğraf çıkar? Kısa ve uzun vadede müziğe ve dünyaya dair öngörünüz ne olur?
İlk albümüm “Ballads of Living and Dying”in üzerinden 20 yıldan fazla zaman geçti, ancak hâlâ albümle çok güçlü bir bağ kuruyorum. Hatta bu yıl Santiago’da verdiğim bir konser sırasında, Neruda’nın eski mekânlarından bazılarını ziyaret etme fırsatım oldu. O zamandan bu yana diyebilirim ki, “bana bir şey oldu”. Eski işlerime şimdi baktığımda, sanki hayal gerçeğe dönüşmüş gibi. İlk albümlerimin çoğu bir tür hayali kaçışla ilgiliyken, 2014’te çıkardığım “July” albümünden sonra şarkılarım daha çok gerçekliğe dayanıyor ya da gerçeğe kök salıyor, ancak aynı derecede gerçeküstü ve karanlık. Müziğe ve dünyaya dair tahmin veya öngörüme gelince; bu gerçekten cevaplaması çok zor bir soru ve tamamen farklı iki şey. Genel olarak müzik için, bence insanlar var olduğu sürece müzik bir şekilde var olacak. Peki ya dünya? Kim bilir.
“Yeniden uyanış, bir tür kozadan çıkış, bir başkalaşım yaşanıyor” dediğiniz, prodüktörlüğünü üstlendiğiniz, Ağustos’ta müzikseverlerle buluşan 10. albümünüz “New Radiations”a gelelim… 11 şarkıdan oluşan bu albüm nasıl doğdu; yaratım sürecini anlatır mısınız, arka planda neler gerçekleşti? Kişisel görüşüm, diğer albümlerinizin aksine, hem daha içe dönük ve kişisel bir bakış açısı sunuyor hem de Western havasına rağmen içinde bir umut ışığı taşıyor; benim de favorilerimden oldu. Ya da ben de yaş aldım!
Favorilerinizden biri haline geldiğini duyduğuma çok sevindim! Açıkçası benim için de öyle oldu, ama belki de sadece en yenisi olduğu içindir. Bu albümün selefi olan “The Path of the Clouds”u tamamladığımdan beri bu şarkıların çoğu üzerinde çalışıyordum. Sanırım bu şarkıların çoğu, kişisel hayatımda bir dönemi kapatıp yeni bir şehre taşınmak, yeni bir ilişkiye geçmek ve geçmişin yasını tutmakla ilgili. Bir bakıma, o umut biraz da anlayış ve olgunluktan geliyor. Son iki albümümdeki kadın karakterlerin çoğu “vay bana” tarzında değil; daha bağımsız ve güçlenmeye, kuvvete, seyahate, farkındalığa odaklanmıştı. Atmosfere gelince, tıpkı son albümde olduğu gibi bu albümün de prodüktörlüğünü ben yaptım ve harika Milky Burgess’in enstrümanları eşliğinde. Onunla, “Strangers” albümünü kaydederken tanıştık… Müziğin inceliğini bastırmadan bolca atmosfer katma konusunda gerçekten harika; baş döndürücü slide gitarlar, düşsel synth’ler ve gelgit gibi yükselip alçalan sert riff’leri. Saatlerce riff çalabiliyor! Albümün miksajını (Earth, Sunn O))) ile çalışmalarıyla bilinen) Randall Dunn yaptı, dolayısıyla o da ses dünyalarını birleştirme konusunda tartışmasız biçimde harika bir isim. Önceki iki konuk sanatçı ağırlıklı albümünün aksine, bu albüm daha kişisel ve içe dönük bir bakış açısı sunuyor.
Albümün ilk açılış şarkısı manidar: “Seni unutmak için dünyanın etrafında uçacağım” sözleriyle “It Hits Harder” bir ilişkinin sonunu dağlara doğru küçük bir uçak yolculuğuna dönüştürüyor ve kuşbakışı manzara, çok ihtiyaç duyulan netlik ve bir bakış açısı sağlıyor. Hatta Pitchfork şöyle tariflemiş: “Rüya ile kâbus arasındaki sınırda dolaşan bir yolculuk… Büyüleyici, kariyerini tanımlayan bir albüm”. Kısaca, “New Radiations”taki şarkıların yaratım hikâyelerini ve o dönemki ruh halinizi anlatır mısınız?
Teşekkür ederim. Okumayı çok seviyorum. Makaleleri, kurgu dışı eserleri ve özellikle kurguları okumayı çok seviyorum. Aslında kardeşim, Stuart Nadler bir roman yazarı. Bu, ailemin damarlarında dolaşan bir şey gibi. Havacıların (It Hits Harder), mucitlerin (To Be The Moon King) ve astronotların (Weightless Above the Water) hikâyelerinde kendime yakın hissettiğim ruh eşlerimi buldum. Bu şarkılar biyografik olmaktan ziyade benim ve dinleyicinin içindeki temalarla bağ kurabileceğini umduğum kısa kesitler (vinyetler) gibi. Mekânı değiştirmeyi ve hatta ilginç şarkılar ortaya çıkarmak için zamanda yolculuk yapmayı eğlenceli bir yazma aracı olarak görüyorum. Onca yılın ardından hâlâ şarkı yazmaktan gerçekten büyük keyif alıyorum ve hikâyeleri ve kavramları ifade etmenin, anlatmanın yeni yollarını bulma sürecini gerçekten seviyorum.

“Her zaman mükemmel şarkıyı arıyorum”
Albümün prodüksiyonunu, Nashville’deki ev stüdyonuzda gerçekleştirdiniz. Ev ortamının yalnızlığı ve aslında kendi başınalık hali müziğinizin atmosferine nasıl yansıdı? Bu bağlamda bu albümü, diğer çalışmalarınızdan ayıran özellik nedir? Bu kez müziğinizin / şarkılarınızın merkezinde neyi aradınız?
Birçoğunu Milky ile evde kaydettim, ancak son şarkıların çoğunu Nashville’deki Haptown adlı gerçek bir kayıt stüdyosunda yaptık. Arkadaşımız Roger Moutenot bize yardımcı oldu. Süreç oldukça sade bir tondaydı; bu da albüme gerçekten samimi bir hava kattı. Her albümüm bir öncekinden farklı. Şarkı yazımımın her albümle birlikte, olması gerektiği gibi, daha da güçlendiğine inanıyorum. Özellikle köprü kısımlarına, güçlü ve akılda kalıcı melodilere odaklandım. Ben her zaman “mükemmel şarkıyı” arıyorum. Bu kadar basit.
“New Radiations”da, psişik duyumlar ve yeni radyasyonlar beni etkiledi diyorsunuz. Bu ifade hem çağın ruhuna hem bireysel bir karşılaşmaya işaret ediyor. Bu “radyasyonlar” sizde bir dönüşüm, bir fark edişi mi simgeliyor?
Evet, bunun benim için bir dönüşüm olduğunu hissediyorum. Çünkü ben sonsuza dek dönüşüyorum.
Joni Mitchell hayranlığınızı biliyorum. Şarkılarınızı dinlerken Joni’ye selam ettim ben de: “Magdalene Çamaşırhaneleri”ni (kadınların kapatıldığı Magdalene manastırları olarak da bilinen) ve “Cenneti otopark yapmak için asfaltladılar / Bütün ağaçları alıp bir ağaç müzesine koydular / Ve insanlardan sadece onları görmek için bir buçuk dolar aldılar” dediği (1970) “Big Yellow Taxi” (Büyük Sarı Taksi)… Şarkılarınızda da benzer bir “dünyaya tanıklık” hissi algılıyorum. “Dream folk” janrını literatüre sokan müzisyenlerden biri olarak görülüyorsunuz. Şarkılarınız bende, bir zaman makinesi varmış veya yüzyıllarca yaşamış gibi bir his uyandırıyor. Müzikte derdiniz ve ortak özneniz nedir?
Joni’yi çok seviyorum. Bana açık akortlarla çalmayı gerçekten öğreten kişi oydu. Ayrıca onun şiirselliğinden ve aynı zamanda yetenekli bir sanatçı olmasından da büyük ilham aldım. Sevdiğim müziğin büyük bir kısmı gerçekten zamansız. Klasik şarkı yazarlarından çok etkilendim ve şarkıların nasıl güncelliğini ve evrenselliğini koruduğu üzerine çok düşündüm. Diğer birçok yazar gibi ben de insanlarla, hikâyelerle ve tarihle ilgileniyorum. İlginç bulduğum şeyler hakkında yazıyorum ve bunların çoğu geçmişe bakış merceğinden oluyor.
“Hâlâ şarkı yazmayı çok seviyorum”
Müzik yolculuğunuzu düşününce 2004’ten 2025’e neler evrildi, değişti? Müziğe bakışınızdaki, üretim biçiminizdeki ve paralel olarak sektördeki evrilmeleri nasıl gözlemliyorsunuz? Ve bugünden geçmişe dönüp bakınca neler beliriyor aklınızda? Tebessüm ettiren, şaşırtan, ilginç gelen neler var anı defterinizde?
2004’ten 2025’e uzanan müzik yolculuğumu düşündüğümde, nelerin değiştiğini ve evrildiğini görmek ilginç. Müziğe bakış açım, üretim biçimim ve tabii müzik endüstrisinin kendisi büyük bir dönüşüm geçirdi. Ama hâlâ şarkı yazmayı, ilk başladığım günkü kadar çok seviyorum ve bu harika bir his. Sanırım yaşadığım sürece şarkı yazmaya devam edeceğim. Zamanın bu kadar hızlı geçmiş olması ve 20 yıldan fazla süredir bunu yapıyor olmam, biraz gerçeküstü hissettiriyor. Diskografimle ve koruduğum sanatsal bütünlükle gurur duyuyorum. Kendime sadık kaldığım ve başarı uğruna sanatımı feda etmediğim için, yaratım sürecinden hâlâ büyük bir zevk alıyorum. Beni şaşırtan şey ise şu: Başladığımda cep telefonum bile yoktu; trenle tek başıma seyahat eder, ailemi kartlı telefonlardan arardım. 2000’lerin başından bu yana teknolojinin dünyayı ne kadar değiştirdiğini görmek gerçekten çılgınca. Önümüzdeki 20 yılda hepimizin neye dönüşeceğini görmek için sabırsızlanıyorum.

Mezzo-soprano sesiniz, eleştirmenlerce “mitolojik zamanlarda denizcileri ölüme sürükleyecek kadar büyüleyici” olarak tanımlanıyor; ilginç bir benzetme! Resim eğitiminizden gelen görsel duyarlılık (ki resmi hiç bırakmadınız), müziğinizin sinematik yapısını belirginleştiriyor. Tüm bunlar, bugünden bakınca sizin için ne ifade ediyor? Şarkı yazarken sizi heyecanlandıran şeyler neler? İlhamınız veya yaratıcı özneleriniz neler?
Evet, hâlâ resim yapıyorum ve web sitemde birçok tablom var. Eserlerimi sergiliyorum ve hem büyük ölçekli bir galeri sergisi hem de bir güzel sanatlar kitabı üzerinde çalışıyorum. Evet, yazı tarzımla dünyayı görme biçimim arasında kesinlikle bir bağ var. Çok görsel bir yazarım ve hislerimin çoğu bedensel ve görsel bir biçimde geliyor. Kendimi şarkının içine yerleştirip etrafa bakmayı, ortamı tarif etmeyi seviyorum. Bence harika şarkılar ayrıntılarda yaşar; bu yüzden abartıya kaçmadan, olabildiğince fazla ayrıntı eklemeye çalışıyorum. Bu bir denge meselesi. Çok fazla yaratıcı ilham kaynağım var. Francesca Woodman, Turner’ın suluboyaları, Giacometti, The Brothers Quay, Svankmajer, Jim Jarmusch, Terrence Malick… Liste uzayıp gider, ne demek istediğimi anlıyorsunuz!
Zaman kavramı sizin müziğinizde çözülen bir madde gibi. Yıllardır farklı dönemleri, mevsimleri, hafızaları dolaşıyorsunuz. Zamanı nasıl deneyimliyorsunuz?
İlginç. Aslında hiçbir şeyin gerçekten var olup olmadığından emin değilim. Her şey göreceli. Kendi yaşam süremiz içinde neler keşfedebileceğimizi merak ediyorum; özellikle diğer gezegenlerdeki ve farklı evrenlerdeki yaşam olasılıklarını.

İstanbul’a ilk gelişiniz olan 2013’te Salon İKSV’deki performansınızı hatırlıyorum, o zamanlar 33 yaşındaydım, siz de 32! Peki, o zamanki Marissa ile bugünkü arasında nasıl bir fark var? Ve klasik soru; sürprizi kaçmasın ama nasıl bir konser bekliyor gelenleri?
Bu, muhtemelen İstanbul’a üçüncü ya da dördüncü gelişim olacak. Hâlâ her zamanki gibi tutkulu bir sanatçıyım, sadece on yıl daha yaşlıyım, biraz daha ustalaşmış, daha fazla hayat deneyimim ve daha geniş bir bakış açım var. Dinleyiciler, umarım onları gerçekten etkileyecek bir konser gecesi yaşarlar. Müziğimi dinledikleri için Türkiye halkına teşekkür etmek istiyorum. Bu benim için gerçekten heyecan verici ve bu yıl festivalde sahne alacağım için minnettarım.
Bugünlerde size iyi gelen neler var; kitap, albüm, şarkı veya sergi, bir an / fotoğraf karesi; günlük rutininizde sizi besleyen neler var?
Yemek yapmayı çok seviyorum ve bu konuda derin bir ilgim var. Her gün mutlaka resim yapar veya çizerim. Ayrıca podcast dinlemeyi ve film izlemeyi de seviyorum. Bilirsin, sıradan şeyler… Seyahat etmediğimde ayaklarımı yere basmaya, yani dengede kalmaya çalışıyorum, gerçi turnede bavulla yaşamak çok zor, kolay olmuyor.